20 Ocak 1999 tarihinden sonra korkarım insanları, en iyi oyunumu henüz oynamadığım konusunda ikna etmem çok zor olacak”
“En iyi oyunum henüz oynanmadı…”
Bu geleneksel cevap çeşitli yaştaki ve değişik başarılara ulaşmış pek çok ünlü satranççıdan defalarca dinlenmiştir. Bir satranççının tüm kariyerini yüceltecek güzel bir oyun oynama isteği, ne kadar çok şahane oyun oynanmış, ne kadar çok orijinal kombinezon tahta başında yaratılmış olsa da satranççıları bir makine gibi satrancın inceliklerini kavramaya iten motive unsurudur.
20 Ocak 1999 tarihinden sonra korkarım insanları, en iyi oyunumu henüz oynamadığım konusunda ikna etmem çok zor olacak.
“En iyi” oyun tanımı çok özneldir. Kimi fedaları sever kimi de pozisyonel
oyunları; diğerlerinin de kendilerine göre bir güzellik anlayışı vardır. Herkesi
tatmin edecek genel bir tanım yoktur. Her satranç oyuncusunun kendi kriterini satrançta mükemmellik olarak tanımlayabilecek kişisel tercih ve tutkusu vardır.
Kariyerim boyunca en ciddi uzmanları bile tatmin edecek pek çok oyunum oldu. Ama sadece birkaçı en iyilerin en iyisi olma aşamasına geldi. Bunlardan ikisi tüm informator serileri içindeki en iyi üç oyunun içerisine girdi. Birincisi 1985 yılında Karpov’la olan maçımın 16.oyunudur.
İkincisi ise 1995 yılında Anand’la yaptığım maçın 10.oyunudur.
Yine de bu oyunlarda gizli eksikler vardı. Örneğin Karpov’la olan maçımda yaptığım er fedası yanlıştı. Anand’la oyunum ise güzelliğin ev hazırlığı olmasıyla gölgeleniyordu. Satrançseverleri cezbedecek mükemmel bir kombinezonu, özellikle de 20.yüzyılın sonunda, amatörlerin ve büyükustaların bilgisayar kullanabildikleri bir dönemde tanımlamanın güçlüğü açıktır. Her kombinezon veya feda sadece keskin analizciler tarafından değil satraçtan biraz da olsa anlayan birinin kullandığı güçlü bir bilgisayar tarafından varyant labirentlerinde rahatça dolaşmak suretiyle analiz edilebilir. Dolayısıyla bugün artık
güzellik kriteri hata olmadan kombinezonlar olamayacağı için rakibin hatalarının
da olabileceği ama kazanan taraf için hatasız olması gereken bir durumla ifade
edilmektedir. Fedanın doğruluğu ve ahengi artık çok daha hızlı kontrol edilebilmektedir.
Artık son kararın verilmesi eskisi gibi yıllar ve aylar almıyor, birkaç gün yeterli.
Kazanan kombinezon kaçınılmaz mat ve fedalar gibi sürükleyici yönlere sahip olmalı. Bunlardan herkes hoşlanır. Sonuç olarak satranç rakip Şahı mat etmek için oynanır. Ne yazık ki, günümüzün modern defans teknikleri bu tür kombinezonlar yapmamıza izin vermez, daha tomurcuk halindeyken onları budar. Bir taş hatta er fedası bile günümüzde çok özel bir şey olarak kabul ediliyor. Kale fedası ise belirgin bir taktik motif içerisinde yapılmayınca satranç tarihinden bir kalıntı muamalesi görüyor. Şahınrakip taşların bombardına rağmen cesurca tahtayı baştan başa geçtiği oyunlar iseçoktan tarihin karanlıklarına gömüldüler. “Her dem yeşil” ve “Ölmez” gibi Anderssen
oyunları çoktan unutuldu. Ben en azından bir gün devrimci ve romantik stildeki satrancı canlandırıp, yukarıda anlattığım kriterlere uygun kombinezonlar yaratacağımı hayal ediyordum.
Wijk aan Zee turnuvasına karışık duygularla geldim. 11 aylık mecburi inzivadan sonra bu benim için önemliydi. Tabii ki çok fazla enerji toplamıştım. Shirov’la maçıma hazırlığım boşa gitmeyecekti. Hepsi oynanmayı bekliyordu. Ne var ki pratik eksikliğim hissediliyordu. Kramnik’le olan yıldırım maçlarım gösterdi ki turnuva atmosferi çok farklı, gerilimli ve boğucuydu ve beni pek iyi etkilemedi. Sonuçta pek çok fikir ciddi hatalarla boşa gitti. Kritik noktalarda sinirlerime hakim olamadım. Wijk aan Zee turnuvası çok önemliydi çünkü 13 yıldır ilk kez bir numara oluşum tehlike altındaydı.
Anand’ın parlak turnuva başarıları onu satranç amatörlerinin ve satranççılarının gözönünde dünya şampiyonu yapmıştı, de jure olmasa da en azından de facto idi. Benim en ufak bir başarısızlığım ve Anand’ın zaferi satranç tarihinin akışını değiştirebilirdi.
Tabii ki turnuvayı kazanmayı umuyordum ama sonuç en cesur beklentilerimin bile ilerisindeydi. Ivanchuk’la fırsatları değerlendiremediğim kısa berabereden sonra bir dizi oyun kazanmayı başardım. En parlak zamanlarımda, ratingimin 2800’e çıktığı günlerde bile böyle bir dönem geçirmemiştim. 10 yıl önce Tilburg ve Belgrad’da +18 yapmıştım (18 galibiyet 7 berabere 0 yenilgi) ama bu olay çok eski gözükmekte Wijk aan Zee’deki pek çok genç satranççı bu olayı Botvinnik-Tal, Fischer-Spassky maçları gibi tarihi bir olay olarak saymaktadırlar.
İkinci turda Van Wely karşısında elde ettiğim güzel galibiyetten sonra, bana ilham veren seri halinde 7 galibiyet hatta Fritz’i de sayarsak 8 galibiyet elde ettiğim bir yıldırım turnuvası oldu. Bundan önce rekorum 5 galibiyetti ve sonrası genelde hüsranla sonuçlanırdı. Ne var ki bu sefer 6. oyunumu Shirov’la oynadım.
Neyse bu olayı bir kenara bırakalım. 20 Ocak 1999’da dördüncü tur oynanacaktı. Hollanda’nın rüzgarı eksik olmayan ufak sahil kasabası Wijk aan Zee’deki salona büyük bir satranç kalabalığı doluşmuştu.
Üst düzey pek çok satranççı Büyükusta B Kategorisi ve çeşitli açık turnuvalarda
oynamak üzere toplanmışlardı. O gün sıradan bir güne benziyordu. Gerçi finalini Yermolinsky galibiyetiyle tamamladığım 7 kazançlık bir yıldırım turnuvası vardı ve bu sayede Topalov’la maçıma yüksek bir moralle başladım. Özel bir şey beklediğimi söylemek mümkün olmasa da Linares’de Karpov ve bir sonraki tur Gelfand’a karşı oynayıp güzellik ödülleri aldığım oyunlardan önce hissettiğim önsezi benzeri duygulara sahiptim.
Ama hislerim biraz daha farklıydı